30 Kasım 2012 Cuma

Kendime Hediyelerim

Hemen her senenin ortasında ve sonunda kendime 8-10 tane kitap siparişi veriyorum internetten. Adet gibi oldu artık. Sanki bilinçsiz olarak kendime ödev verip hepsini bitirmeye çalışıyorum. Bitirince de ödül olarak yeni sipariş veriyorum. Bu sene sonu siparişim de yeni geldi. 



Ve okumaya başlanacak en uygun kitap da bu aşağıdaki. Yılbaşına kadar bitirmem gerek. Prag Mezarlığı ile paralel götürmeye çalışacağım artık. 


Yavaş yavaş yeni yıl , yılbaşı , çam ağacı, noel baba moduna geçiyorum. Eeee şurda ne kaldı 2013'e. 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Bir Aşure Masalı


Bir varmış, bir yokmuş, bir değil birçok ülkede komşu tarlalarda büyüyen buğdaylar, nohutlar, fasulyeler varmış. Birbirlerine uzaktan uzağa bakar iç geçirirlermiş. Sonra bir gün içlerinden en görmüş geçirmişi olan buğday komşularına seslenmiş: "Bre kardeşler, şu uçsuz bucaksız tarlalarda, bahçelerde yıllardır rüzgarın müziğiyle kendi başımıza danseder dururuz, neden biraraya gelip de bir etkinlik yapmıyoruz?" "Makul" demiş nohut, "Takla atma yarışması yapalım", kısa boyu, tombul gövdesiyle yuvarlanarak. "Boşver sportif faaliyeti" demiş buğday, "yemeli, içmeli birşeyler olsun". "Altın günü yapalım" demiş içlerinde en evcimen olan fasulye, sırtını kamburlaştırıp göbeğini içeriye çekerek. Kısa bir an düşünmüşler buğdayla nohut, "İyi fikir, başka arkadaşlar da buluruz bize katılacak, yapalım yapalım" diye çığrınmışlar. Hemen organizasyon yapılıp tertip komitesi seçilmiş. Buğday başkan, fasulye başkan yardımcısı, nohut da yazman olmuş. Etkinlik mekanı olarak kalaylı, büyük boy bir bakır tencere seçilmiş. Zaman olarak da yılda bir gün tesbit edilmiş ama eğer canları isterlerse arada bir yine toplanmaya karar vermişler. Altın son günlerde çok pahalandığı için herkesin şık bir porselen kase getirmesi şart koşulmuş ve sıra gelmiş etkinliğe katılacak başka arkadaşlar bulmaya. Buğday demiş ki: "Şu ilerideki sulak arazide benim uzaktan bir akrabam ikamet ediyor, asıl sülalesi Uzak Doğu'da ama göç yoluyla buraya da gelmişler, pirinç diyoruz aile arasında biz onlara. Kalabalık katılamazlarsa da küçük bir grup olarak dahil olurlar aramıza. Nitekim pirinç sevinerek kabul etmiş bu daveti ve demiş ki, "ben sulak mekanlara alışkınım, etkinliğimiz de sulu bir yerde olsun". Diğerleri de uygun bulunca Altın gününü bakır tencerenin içine su doldurarak bir nevi havuz içerisinde yapmaya karar vermişler. Ardından da "Altın günümüze katılacak yeni dostlar aranıyor" diye yerel gazetelere ilan, yerel TV'lere reklam vermişler. Başvurular gelene kadar da havuz sefası yapmaya karar verip tencereye dalmışlar. Onlar suyun içinde şişedursun bu durum şeker pancarının kulağına gitmiş, "Ben de katılmak isterim, tatlı yiyelim-tatlı konuşalım" diyerek gruba dahil olmuş. Buğday, nohut, fasulye, şeker bir muhabbet içinde hemhal olurken ardarda konuklar kapıya dizilmiş. Kayısı ağaçtan atlamış, üzüm asmadan zıplamış, incir "ben de varım" demiş, portakal bile "benim neyim eksik, yer açın dostlar" diyerek kabuğuyla dalmış havuza yani tencereye. Karışmışlar, kaynaşmışlar, fokur fokur kaynamışlar, kakır kakır gülmüşler, bir muhabbet bir muhabbet. Derken kuru ahali görünmüş Altın Günü kıvamını bulduğunda, ceviz önde fındık arkada, fıstık en sonda serilmişler muhabbetin orta yerine. Ardından nefes nefese susam yetişmiş, eteğine hindistan cevizi yapışmış, dolmalık fıstık "beni de alın aranıza" diye seslenmiş. Nar durur mu, hasetinden çatlamış, tencereye atlamış. Rüzgar esmiş, toz bulutu gibi bir tarçın bulutu getirip Altın gününü yaldızlamış. Sonra Dedem Korkut görünmüş, boy boylamış soy soylamış, görelim ne soylamış: Ey katılımcılar, görürüm ki biraraya gelmiş, karışmış kaynaşmış bir güzel lezzet çıkarmışsınız ortaya. Adınız "Aşure", ömrünüz uzun olsun, bir yiyen bir daha yesin, biraraya getirenlere "eline sağlık" desin" demiş ve eteklerini savururak yürümüş gitmiş. Bu masal da burada bitmiş. Gökten üç tas aşure düşmüş; biri pişirene, biri komşulara, biri de sabırla okuyan sizlere...

Leylak Dalı'ndan alınmıştır.

27 Kasım 2012 Salı

Cimcime Halay Çekiyor


CKM Benim İçin Bitmiştir Artık...

Açıldığı günden beri senede 4-5 kere tiyatro veya konser için gittiğim, defalarca beni hayal kırıklığına uğratmış olmasına rağmen gitmekte de ısrar ettiğim Caddebostan Kültür Merkezi maalesef benim için bitmiştir artık. Problem yine aynı, berbat ses sistemi ve ondan daha da berbat yönetim anlayışı. Hele tiyatro izlemeye gitmek büyük hata çünkü, salonda sadece oturuyor ve hiç bir şey anlamadan eve dönüyor insan. Her gidişimizde sorun düzelmiştir artık diye umut ediyoruz ama kimsenin sorunu umursadığı bile yok. Hatta seyirciler bile kendi aralarında söylenip duruyor ama konuyu yetkililere bildirme gereği duymuyor. Bundan bir kaç sene önce muhtemelen 2009'da Çalıkuşu'na gittim. Allahtan konuyu biliyorum çünkü salonda ortalarda oturmama rağmen, söylenenler sadece gürültü olarak algılanabiliyor, kelimeler kulağa ulaşmadan dağılıp gidiyordu. Sorun bende herhalde, oyuna konsantre olamadım diye düşündüm. Ardınan Anjelika Akbar konserinde bir gariplikler hissettim ama müzik konusunda iddialı söylemlerde bulunacak bilgiye sahip olmadığım için hiç ses etmedim. Ardından Nilgün Belgün ve Ali Poyrazoğlu'nun İyi Günde Kötü Günde oyununda en önde oturmamıza rağmen hiç bir şey anlamadığımız için büyük bir grupla beraber oyunu terk edip paramızı iade aldık. Bu esnada sorumlu kişilere problemin ses sisteminde olduğunu defalarca söyledik. 

Dün akşam yine inatla ve umutla CKM'de İstanbul Kumpanya'nın İstanbul ve Aşk isimli müzikli oyununa gittik ve gördük ki CKM cephesinde değişen hiçbirşey yok. Yine önlerde ve orta kısımda oturduk ve yine oyunu duymak ve duyduğumuz sesleri diğer seslerden ayrıştırıp anlamlı kelimelere dönüştürebilmek için yoğun çaba harcadık. Oyundan çıktığımızda beynen yorgun düşmüştüm. 


Oyun konusunda çok fazla bir şey söylemek istemiyorum çünkü tamamen amatör ruhla kotarılmaya çalışılmış bir oyun. Amatör derken ilkokul piyesinden biraz hallice olduğunu belirtmekte fayda var. Niyet iyi olsa da sonucun pek başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Tarık ve Binnur Şerbetçioğlu kendilerini ve tecrübelerini İstanbul'un tanıtımına adamışlar ve oyunlarında başrolü hep İstanbul'a vermişler. İyi de yapmışlar, haklılar ve sonuna kadar da desteklerim. Sanata, sanatçıya ve verilen emeğe saygı duyuyorum. Hatta oyuncuların bir kısmının dekora, afiş grafik dizaynına, müziğe ve teknik konulara yardımcı olduğunu öğrenmek, kumpanyanın var olmak için kendi yağıyla kavrulmaya çalıştığını görmek duyduğum saygıyı daha da arttırıyor. Fakat oyun akmıyor, kopuk kopuk. Bir de anlaşılmama problemi eklenince - ki bu oyun için hayati önemi var bu konunun çünkü Binnur Şerbetçioğlu Türkçe konuşmaya çalışan bir Amerikalıyı canlandırıyor- keyfimiz iyice kaçtı diyebilirim. Üstelik 2,5 saat sıkılmak için , kişi başı 50 TL ödemiş, 1,5 saat trafikle mücadele etmiş, 20 dakika park yeri aramış, kalan 15 dakikada da apar topar akşam yemeğini atıştırmış olmak, insanın keyfini gerçekten kaçırıyor. 

26 Kasım 2012 Pazartesi

Bomonti Ganimetleri

Bu haftasonu yine Bomonti Antika Pazarındaydık. Tam kolleksiyonluk parçalar yakaladım bu sefer. Sabah erken gitmenin her zaman faydası oluyor. Ama erken derken 10:00 sularında orada olmak lazım. Çünkü o saatler av saati. O saatlerde Nişantaşı, Çukurcuma, Kadıköy ve Horhor'da dükkanı olan kurt antikacılar, aslında kıymetli olan ama çoğu gariban, Bomonti esnafının kıymetini anlamadığı (yada anlayıp paraya ihtiyacı olduğu için ucuza sattığı) parçaların peşinde oluyor. Bir malın değerini, ihtiyaçların ve bilginin belirlediğinin en güzel örnekleri veriliyor burda. Antika ve eskilere biraz meraklıysanız, bu kurtların beş kuruşa aldıkları malları kendi dükkanlarında on katı fiyatlara sattığını görüp şaşkına dönersiniz. Hatta dükkanlarına gitmeye gerek yok, bir yan standa geçerken kendi aralarında kaç katı fazla paraya satacağını konuşuyorlar zaten. Bu arada peşlerine takılan yancılardan da acayip rahatsız oluyorlar haberiniz olsun. Takıldım, biliyorum :)


Evet işte kısa günün ganimetleri yukarıda. 




İki adet kağıt inceliğinde ve cam şeffaflığında Rosenthal Beş Çayı Fincanı .  




Thomas (by Rosenthal) altılı tatlı takımı.



Arzberg Peynir Tabağı



İki adet renklerine vurulduğum ama biraz kalınca Bavaria fincan.  



Çekoslavak Güllü Yumurta Tabağı. 



Eşimin hediyesi taşlı Limoges Porselen kalp.  


Büyüteçli pusula. (Büyüteci hayat kurtarıcı oldu, tabak çanağın arkasındaki yazıları büyüteçsiz okumam mümkün değil artık)


Emaye saat , termometre ve barometre


Ve son olarak Antep'in eskicilerinden aldığım Aleaddin'in Sihirli Lambası. Ovalayıp duruyorum bakalım ne olacak ?

23 Kasım 2012 Cuma

Paket Paket Mutluluk

Hediye almayı da vermeyi de çok seviyorum. Tamam bazen bazı kişilere hediye seçmek zor oluyor ama etrafımdaki hediye diyince tüyleri diken diken olan kişiler (ki onlar kendilerini bilir) gibi de hissetmedim hiç. Hediyenin neyine karşı olduklarını tam anlamıyorum. Mesela bence hediyenin maddi olarak hiçbir zorlayıcılığı yoktur çünkü elde ve evde yapılmış şeyler benim için mağazalardan alınmış şeylerden çok daha anlamlıdır. Karşı olunan kısım bir başkası için emek harcamaksa buna söyleyecek bir şey bulamam. Gelişen teknolojiyle güdükleşen insan ilişkilerine atabilirim suçu ancak. 

Neyse şimdi işimiz hediye almayı ve vermeyi seven kısımla. Malum bir ay sonra yılbaşı ve bahsettiğim bu güzel insanlar hediyelerini güzel paketler içinde vermek isteyecekler. İşte aşağıdaki işte paketleme sanatının en nadide örnekleri bu güzel insanlar için geliyor. 


































21 Kasım 2012 Çarşamba

Benim Güneydoğum

Geçen hafta 3 günlüğüne küçük bir Güney Doğu Anadolu turu yaptım. Bundan yıllar önce Mardin'e gitmiş ve çok çok beğenmiştim. Yine o hayallerle gittim Antep ve Urfa'ya ama maalesef Mardin'deki masalsı havayı bulamadım. Haklarını yemeyelim iki şehir de güzel, çok değerli eserlere ve şanlı tarihe sahip fakat Antep'te Urfa'da birer büyük şehir. Her ikisi de çarpık yapılaşmadan, trafikten, tozdan dumandan nasibini almış. Ben şahsen tarihi bir alanda fotoğraf çekerken kareye giren otomobillerden, elektrik tellerinden veya reklam panolarından hiç hoşlanmıyorum. O çirkinlikleri kareye almamak için şekilden şekle girmekten yoruluyorum. 

Aynen yukarıdaki fotoda olduğu gibi. Mesela burası sözde çok mistik bir yer. İbrahim Peygamber, devrin zalim hükümdarı Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele etmeye, tek tanrı fikrini savunmaya başlayınca, Nemrut tarafından bugünkü kalenin bulunduğu tepeden ateşe atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet ol"' emri verilir. Bu emir üzerine, ateş suya odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir gül bahçesinin içersine sağ olarak düşer. İbrahim'in düştüğü yer Halil-ür Rahman gölüdür. Bizim Balıklı Göl diye bildiğimiz yer. Fotodaki sütunlar da Hz. İbrahim'i ateşe atmakta kullanılan mancınıklar. Peki o zaman o panoları oraya kim dikti. Yada acaba şehrin kutsal kısımları trafiğe kapatılamaz mı? Şimdi bu görüntü mistik mi yani? 

Neyse ben en iyisi güneydoğuyu yine kendi gözümden anlatayım. Çok fotograf çekmişim. Seçmek ve elemek zor. En beğendiklerimi yayınlıyorum. 

AYNTAP

Antep'in eski adı Ayntap'mış. Pınarın gözü demekmiş. Buranın suları çok güzel olurmuş. 


Zincirli Bedesten İstanbuldaki Kapalı Çarşının sokaklarından biri kadar ancak. İçinde Antep'e özgü Kutnu kumaşından eşarplar, bakır takılar ve gümüş telkariler satılıyor.
   



Antep'te cam müzesi ne alaka diyebilirsiniz ama gayet ilginç bir yerdi Medusa Cam Müzesi. Önce biraz boncuk yapımını izledik.  


Müzede beni asıl hayrete düşüren MS 2. yy'da camdan yapılmış süt pompası ve tıp aleti ördek oldu. O zaman da çalışan anneler sütlerini sağıp dolaba mı koyuyordu acaba diye düşündüm bir an.  



Medusa'daki Hitit dönemi oyuncaklar da çok ilgi çekiciydi. 


Antep sokaklarında rengarenk yemeniler hemen her köşede parlıyor. Rahat olup olmadıklarını  bilmiyorum, denemek aklıma gelmedi ama tamamen deri oldukları için sağlıklı olduklarını söyleyebilirim.


Kuru patlıcan biber kabak diyarında bu kareler olmazsa olmaz. 


Güvercin bol o yüzden Antep'te her evde güvercinlik olurmuş. Bu cinsler paçalı güvercin sanırım. 


Kuş evlerine bayıldım






Antep Kalesinin top deliklerinden Antep çatıları böyle görünüyor. 


Ve elbette envai çeşit acı biber. Rengi koyulaştıkça acılığı artmıyormuş. Ancak tadına bakınca anlıyorsun. Antep'te acı biber Elmacı Pazarından alınıyor. Urfa'da direk adına pazar kurmuşlar. İsot Pazarı.


Antep Kalesinde Panaroma Müzesi girişi. 



Antep kalesinden güneşe bakış ve ardından Zeugma Mozaik Müzesine geçiş. 


İşte karşınızda Zeugmanın çingene kızı.


Ve gümüş gözlü mars heykeli. 

URFA

 Ayntap'tan sonra istikamet Urfa'ydı. Önce Urfanın 17 km dışında bulunan Dünya'nın en eski tapınağı Göbekli Tepe'yi ziyaret ettik. Bir detay ekleyeyim hemen. Yolda meşhur "Züğürt Ağa" filminin çekildiği Germüş Köyü'nün önünde de geçtik. Köyün filmdeki adı "Haraptar" ve Harran'da böyle bir köy gerçekten var ama film orda çekilmemiş. Aklıma ilk olarak yaşlı dedenin "garı istirem" repliği geldi hemen.  


12.000 yıl öncesinden kalma oval ve yuvarlak şekilli 20 adet tapınak-sunak bulunmuş. İngiltere'deki StoneHenge'e benziyor fakat Stonehenge sadece 5000 yıllık.  


T şeklindeki taşların üzerine oyulmuş çeşitli hayvan kabartmaları. 



Göbekli tepe hakkındaki bilgilerim çok sınırlı, hatta sadece rehberimizin anlattığı kadar. Ama çok ilginç olduğunu ve derinlemesine bilgi edinmek gerektiğini söyleyebilirim. 


Ucu bucağı görünmeyen bereketli Harran Ovası. (Harran evlerine gidecek vakit kalmadı ne yazık ki)


Harran Kelebeği 

Urfa'da ikinci durak Halfetiydi. Tekne yolculuğumuza başlamadan hemen önce verdiğimiz moladan Fırat'ın serin suyu. 


Fırat nehri üzerinde Halfeti'ye doğru giderken yolda karşımıza doğayla çok uyumlu bir mimari özelliğe sahip Rumkale çıkıyor. Kayalığın nerede bittiğini, insan eserinin nerede başladığını söyleyebilmek çok zor. Hz. İsanın havarilerinden Johannes (Yuhanna) ‘in Roma döneminde Rumkale’yi mesken yaparak kayadan oyma bir odada incilin nüshalarını çoğalttığı rivayet ediliyor.



İşte sular altında Halfeti 


Halfetide sadece minaresi suyun dışında kalan köy camisi.

Ve son olarak şehir merkezine dönüp Balıklı Göl ve Hz. İbrahim'in doğduğu mağara görülüyor.  




Tok gölün aç balıkları. Kutsal sayıldıkları için avlanmaları yasak. Muhtemelen fazla yemekten çatlayıp ecelleriyle ölüyorlardır. 


Urfa Balıklı Göl'den gece manzarası. Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı tepeden aya uzanan mancınık direkleri. 


Ve tarih dışında başımızı döndüren yanar dönerli şölen sofraları.



 Koçak'ın ve İmam Çağdaş'ın baklavası. 


Antep'in Katmer'i Urfa'nın Şıllık Tatlısı 


Orkide'nin kaymaklı, ceviz reçelli, nohut piyazlı, antep peynirli, kahvaltısı 



Antep'te Halil Usta'nın Urfa'da Cevahir Konuk Evinin kebapları (simit kebabı-soğan kebabı-patlıcan kebabı), küşnemesi, muhammaradan humusa çeşit çeşit mezeleri. 


Bayazhan'ın meşk gecesi

Urfa'nın mırrası, Antep Tahmis'de Menengiç kahvesi. (Fıstığı bol bulunca her şeye koyar olmuşlar ama kahvesi olmamış bence. Ağır ve yağlı gibiydi. İçemedim.)



Ama kahve eşliğinde gelen çalgıcılar ve akşamüstü konseri güzeldi. 

Çok dolu, yorucu bir turdu ama değdi. 2 güncük bile olsa Cimcimemi çooook özledim.