21 Temmuz 2015 Salı

Batı Karadeniz Macerası - Kara Tarafı

Genelde bayramlarda tatile çıkmayı pek sevmeyiz ama bu bayram bir istisna yapalım dedik. Bir Karadeniz'li olarak memleketim Giresun ve çevresi dışında Karadeniz'de fazla bir yer görmediğim için bu sene Karadeniz gezilerine ağırlık vermek istedik ve kısa tatile daha uygun bir rota olması nedeniyle Batı Karadeniz'den başladık. 

Bayramın birinci günü yola çıktığımız için yolar boştu. Ama rota uzun olduğu için çok erken yola çıkmayı tercih ettik. İstanbul'u çok erken terk ettiğimiz için Gerede yakınlarında Yeniçağa Gölünde mola verip, göl kenarındaki çay bahçesinde kahvaltı ettik. 




Ardından Karabük yolu üzerinde Eskipazar'da bulunan antik kent Hadrianapolis'i ziyaret ettik. Biz en çok mozaiklerden etkilendik. Muhteşem mozaikler çıkarmışlar fakat şu anda hala dizim aşamasında. O nedenle tamamlanmış halini göremedik.  



Karabük Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün sayfasında Eskipazar ile ilgili açıklama şu şekildedir : Eskipazar’da yaşayan ilk halkın Proto-Hititler olduğu kabul edilmektedir. Küçük Asya (Asianic) kavimlerinden olan Proto-Hititler aynı zamanda Turani (Ortaasyalı) dirler. M.Ö. 5000’den itibaren Anadolu’ya gelerek Hisarlar eteğinde şehir krallıkları kurarak ilk siyasi hayatı Anadolu’da başlatmışlardır. Eskipazar’ın antik devirde adı, Hadrianapolis olarak geçmektedir. Kuruluş tarihi İskender’in ölümü olan M.Ö. 323’ten sonraya rastlar. Makedonya İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla oluşan yeni devletlerden Paflagonya Devleti, Eskipazar’ı sınırları içerisinde alır. Şimdiki Eskipazar’a 5 km. uzaklıktaki Budaklar Köyü Hacamatlar Mahallesinin bulunduğu yerde, Hadrianapolis Antik Kentinin kalıntıları vardır. Bunların içinde mahzenler, saray merdiveni kalıntıları ve hamam harabeleri mevcuttur. Sığınak ve su kanalları kalıntılarına halen rastlanılmaktadır. Bu kentin kurulduğu yerin genişliğine bakıldığında, 6 büyük merkezden birisinin olduğu hemen belli olmaktadır. M.Ö. 63 yılında buraya Romalılar hakim olmuştur. Yine Budaklar Köyü çevresindeki kalıntılarda da Romalılara ait yapılar ve mezarlar bulunmaktadır. Hadrianapolis- Paflagonyalılar ve Romalılar devrinde önemli merkezlerden biridir.









Hadrianapolis'ten sonra asıl varış noktamız Safranbolu'ya ulaştık. Daha önce gördüğümüz bir yer olduğu için Konakları filan es geçip direk köyün içindeki çarşıları gezdik, alışveriş yaptık ve Boncuk Kafe'de (şimdi adı değişmiş ama orası benim için hep Leyla Abla'nın Boncuk Kafesi olarak kalacak) bir şeyler yedik.  




Yemeniciler Arastası

Leyla Ablamızı yeni iş yerinde ziyaret ettik. Butik Otellerin yer aldığı Bağlar semtinde Safran Konak'ın işletmeciliğini yapıyor. Otel ve bahçesi çok güzel. Safranbolu'da kalmak isteyenlere tavsiye ederim.

Safran Konak

Daha sonra Tarihi Yörük Köyüne de uğrayıp köyü ve tarihi Çamaşırhaneyi gezdik. 


Çamaşırhane Kurnası

Tekrar yola koyulup sonraki durağımız Kastamonu'ya geldik. Kastamonu trafik olarak bize çok karışık geldi. Bir yerlere ulaşmak için çok uğraştık ve biraz da vakit kaybettik. Ulaştığımız saat itibarıyla müze olarak sadece Liva Paşa Konağını gezebildik. Hem eski bir Kastamonu konağı görmüş olduk hem de eskiden günlük yaşamın nasıl olduğuna dair bilgiler aldık.

Liva Paşa Konağı
Arka planda ahşap konaklar

Daha sonra Kaya mezarlarını ziyaret edelim dedik. Biz sanırım daha heybetli bir şeyler bekliyorduk. Yoldan geçenlere sorduğumuz için küçük bir parkın arkasındaki kayaya oyulmuş iki mezarı ancak görebildik. Görsek bile mezar olduğunu anlayamazdık. Bir koruma veya bilgilendirme yapılmamıştı. Hatta tam mezarların önünde biri arabasını yıkıyordu. Foto çekmek için işinin bitmesini beklemek zorunda kaldık.

Kaya Mezarları

Saat Kulesi

Saat Kulesinden Kastamonu

Acıkınca internette tavsiye edilen yöresel yemekleri denemek için Münire Sultan Sofrası'na gittik. Tirit (pide üzerine kıyma yoğurt ve tereyağ), Banduma (hamurlu hindi eti), Ekşili Pilav (içinde asma yaprakları da bulunan koyu yoğurt çorbası gibi bir yemek) ve Mantı (bildiğin mantı) denedik. Yemekler genellikle lezzetli fakat yağlı olduğu için ağır. En hafifi mantı. Yalnız yoğurtlar bizim alıştığımızdan çok daha ekşi. Eğşi diye elma ekşisinden yapılan bir içecek var. Biz pekmez halinde aldığımız için deneme gereği duymadık. Fiyatlar Vedat Milor etkisinden olsa gerek biraz yüksek. Fakat etrafta bu kapsamda yöresel yemek yapan başka açık bir yer bulunmadığı için Münire Sultan bizim tek alternatifimizdi.  

Yöresel yemekler Banduma ve Tirit

Yemekten sonra yola devam edip sarımsak diyarı Taşköprü'ye ulaştık. Şirin bir ilçe ve trafiği Kastamonu'dan daha anlaşılır. Hemen her ilçede bir adet bulunan Atatürk Caddesinde bir otel bulduk ve konaklamaya karar verdik. 

Taşköprü'ye adını veren köprü

Oteli çok beğendik, yeni, temiz ve saygılı bir işletmeydi. Fakat sabah 5:30'da taka da tuka da diye sesler bizi uyandırdı. Resepsiyona sorunca seslerin otelin karşısındaki kuyu kebapçıdan geldiğini öğrendik. Meğer kebapçılar 5-6 saat pişmesi gereken eti öğle servisine hazır etmek için sabah 5:30'da hazırlıklara başlıyormuş. Bu hazırlıklardan biri de soğan ve et doğramak. Yani o taka da tukada sesler ustaların koro halinde soğan ve et doğrama sesiymiş. Soğan doğrandığı için dükkan kapısını da kapatamıyorlarmış. Sabah 5'te otelden gördüğümüz göğe yükselen 4 baca dumanından anladık ki ilçede 4 tane kuyu kebapçı var, Bizim otelin karşısındaki Kesiciler en ünlülerinden biri. Sabah kahvaltıdan sonra ziyaret ettiğimiz meşhur kebapçı Raif Kesiciler "kapıyı kaparsak ölürüz yenge" diyerek olayı özetledi. 


Aslında Taşköprü sarımsakta olduğu gibi kuyu kebabında da ünlüymüş hatta Taşköprü Kuyu Kebabının ana vatanıymış. Kuyu kebabı sezonu, Mayıs sonunda, yörede "Gıcık" diye bilinen ve kekik ile beslenen 5-6 aylık kuzuların kuyuya inmesiyle başlayıp, Kasım ayına kadar devam ediyormuş. Kuyu kebabı Türk mutfağına, 1890'da Rus savaşından sonra artan baskılara dayanamayıp göç ederek Taşköprü'ye yerleşen Kafkas Türklerinden, kebap ustası Abdurrahman Kesici tarafından kazandırılmış. Günlük yaklaşık 50 kuzu, kuyu kebabı olarak servis ediliyormuş. 

Soğan doğrama sesiyle uyanan turistler olarak Taşköprü tarihine girdik ve ilginç anılar defterimize bir kayıt daha düşmüş olduk. Bir de tüm bunların üstüne, kuru çıra odunu ile ısıtılan oval kuyuda yağları aka aka pişen caanım kebabı da yiyemedik. Öncelikle yemek için önceden ayırtmak gerekiyormuş. Ayrıca etin pişmesi uzun sürdüğü için Adana'da olduğu gibi kahvaltıda servis vermiyorlarmış. Öyle kuyuyu açıp azıcık et çıkarayım filan olmuyormuş, pişme şekli ve süresi lezzet için çok önemli sırlardanmış. 

Kuyu Kebabı Sevenlere Ustanın Notu "Kebabı lütfen çatal kaşık ile değil, ellerinizle yiyiniz".

5. kuşak kebapçılık mesleğine devam eden Raif Kesici


Taşköprü kuyu kebapçıların çarşısı


Taşköprü


Taşköprüden ayrılmadan önce sarımsak almayı ihmal etmedik fakat ne kadar iyi paket etsek de kokusunu engelleyemedik. Gezimizin sonuna kadar sarımsak kokuları arabanın içini doldurdu. 

İkinci günün ilk durağı Boyabat'tı. Boyabat girişinde kaya mezarı levhasını takip ederek bu sefer gerçekten de krallara layık bir kaya mezarı bulduk. 



Daha sonra şehir merkezine inip Boyabat Kalesini ve geleneksel Boyabat evlerini gördük. Boyabat kalesi fotografta göründüğünden çok daha etkileyici. 

Kurumuş nehir ve tepede Boyabat Kalesi. 




Boyabat Evleri


Boyabat'tan sonra turun kara kısmı bitip deniz kısmı başlamış oldu. Fakat o kısmı daha sonra anlatacağım. 

Bizi izlemeye devam edin anacım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder