14 Ocak 2014 Salı

Ana Kraliçe ve ailesi grip nedeniyle süründüğü için yazılarımıza bir süre ara verilmiştir.

10 Ocak 2014 Cuma

Ah Nerede O Eski Günler Mi?

Bugün bir yazı okudum. Yazı özet olarak der ki “biz çocukken sanki günler daha uzundu, hayat daha yavaş akardı, şimdi çocuklar evdeki büyüklerin hızında dönen dünyaya ayak uydurarak yaşamaya çalışıyorlar. Bir yerden bir yere koşturmakla geçiyor çocuklukları.

Evet eski günler çok güzeldi ama adı üstünde eskide kaldı onlar. Bizi eskiden annemiz oynayalım diye “sokağa salardı”. Susadığımız zaman eğer giriş kattaki komşu teyze bize su vermekten bıktıysa, bahçedeki hortumdan su içerdik (ve ölmezdik). Ben çok şanslıydım evimin karşısında Çamlık vardı ama bazı komşular çamlığa girmeyi yasaklamıştı. Gizli gizli girer koca çam ağaçlarının arasında koşturup oynardık. Kapıcı çocuğu olmaktan utanmayan arkadaşlarımız vardı, hep beraberdik, aramızda fark yoktu. Evimizden kilometrelerce uzağa bisiklet veya patenle gider, taa oralarda düşüp üzerimizi paraladığımızda arkadaşlarımız eve dönüp bize yedek kıyafet getirirdi. Kapı önünde çekirdek yediğimiz için kapıcı amca bizi 1 kilometre kovaladığında ailemiz kapıcıyı mahkemeye vermezdi. Sokaktan eve “anneeeaaaee para at” diye bağırıp sokaktan geçen horoz şekerciden veya macuncudan alışveriş ederdik. Annemiz onlarca çocucuğun arasında bizim sesimiz tanır aşağıdaki on çocuğa yetecek kadar parayı mandala takıp aşağıya atardı. Arkadaşlarına da şeker al derdi. İlk gençliğimizde bahçe duvarlarının üzerinde yeni moda olan Stan Smith’lerden bahseder, kar yıkama kotlar giyerdik. 

Şimdi çocukları sokağa sal bakalım kaçı geri dönecek, dönerse de aman iyi kontrol et organları tam mı diye. Sokaklar eskisi gibi 3-4 katlı apartmanların veya müstakil evlerin arasındaki sokaklar gibi değil ki. Binalar 20 katlı artık. Ne sen balkondan “geç oldu, baban gelecek, eve gel artık” diye bağırabilirsin “ne çocuk “anne para at” diye bağırabilir. Zaten artık öyle şekerci filan geçemez o sokaktan, horoz şeker – pamuk şeker artık AVM’lerde corner’larda satılıyor. Sen gidip alıyorsun o senin mahallene gelmiyor. Ama üzülme her mahallede AVM var zaten. 

Bırak sokakta oturanları, o koca binada aynı katta oturduğun komşularını bile tanımıyorsun. Nasıl bırakacaksın çocuğu sokağa. Hadi ver bisikleti altına, nereye gidecek çocuk? Etrafındaki arabalardan, kentsel mi rantsal mı emin olamadığım dönüşüm sayesinde sokak aralarında fıldır fıldır gezen hafriyat kamyonlarından yer bulup da sürebilir mi o bisikleti? Mecbursun çocuğu alıp kontrollu zaman ve mekanda eğlendirmeye. Parka götürecek ve 2 saat diyip gözünün önünde oynamasını isteyeceksin. O bahçe hortumundan su içmek istese veya bir ağaca tırmanıyormuş gibi yapsa (tırmanacak ağaç kalmadığı için ancak mış gibi yapılabilir) hemen müdahale edeceksin. Tipi bozuk biri yaklaşır mı yanına diye sürekli gözün üzerinde tırnaklarını kemireceksin. 

Veya dünya paralar verip çocuk görsün oynasın diye yuvaya göndereceksin. Yuvalarda aynı standardda çocuklarla beraber yuva öğretmenlerinin bildiği kadar oynayıp şarkı söyleyecek. Çok paralar verdiğin okulda eskinin kapıcı çocuğu yeni adıyla apartman görevlisi çocuğu olmayacak çünkü parası olsa bile çoğu “high standard” yuva bu mesleği yapan babaların çocuklarını “doluyuz” diye geri çeviriyor. 

Koşturacaksın elbette, çocuğun da seninle koşturacak. Hayat artık öyle. Evimle işimin arası 50 km. Bizim pazara gidecek vaktimiz yok, gidersek de eğlence olsun diye gidiyoruz. O yüzden bizim çocuklar pazarda kaybolmayacak, Migros’ta kaybolacak. Ve onları eve pazarcı amcalar getirmeyecek. Anons edecekler gidip alacaksın danışmadan. Bu ortamda sokakta oynayacağına evde TV seyredip bilgisayar oynasın. Ne var? Zaten onun hayatı bizimki gibi olmayacak ki. O teknoloji ile bilgisayarlarla içiçe yaşayacak. Sen sokakta oynadın ama şimdi bilgisayar takıldı mı ancak açıp kapatıp düzelmesini umuyorsun. Çocuğun biliyor ne yapacağını. Eskiden evlerde buzdolabı boyutunda müzik setleri vardı, bir de hava atardık onlarla. Komşunun 3 yaşındaki oğlu bize her gelişinde onlarca düğmeden birini çeviriveriridi ve biz bir hafta açamazdık o müzik setini. Taa ki çocuk bize tekrar gelip de yaptığını düzeltene kadar. Düşün işte teknoloji ile ilişkin ne seviyede senin. Oysa 2,5 yaşındaki Cimcime cep telefonunu çoktan çözdü. Hatta aynı o komşu çocuğu gibi kilitlediği yerleri ben açamıyoruym. Peki çocuk artık hayatımızın vazgeçilmezi olan tv, telefon vs gibi şeylere hiç ilgi duymasaydı? Zekasından şüphe etmez miydin? İçine ufacık da olsa şüphe düşmez miydi?

Kabul etmek lazım, devir değişti. Annen gibi tenekeyle Vita alıp yapmıyorsun yemekleri, artık GDO’lusu var herşeyin. Çocuğumun çocukluğu benim çocukluğumdaki gibi olamayacak. Olmasın. Belki o daha donanımlı olacak geleceği için. Onun geleceğini kendi tecrübelerimle kısıtlamam haksızlık değil mi?

9 Ocak 2014 Perşembe

West vs East


Çin’li grafik sanatçısı Yang Liu Batı ve Doğu arasındaki yaşam stili farklarını Çin ve Almanya’da geçirdiği kendi hayatından kesitlerle anlatmış. Çok da güzel ifade etmiş.

Punctuality


Problem Solving



Preferred Drink


Party


Expressing Opinions


Leaders


Daily Meals


Networking


Raising Children


Retirement


Tourism


Lifestyle


Mood and Weather


Noise Level in Restaurants


Popular Food


Ego


Ideal of Beauty


Shower Time


Waiting in Line


Transportation



Özellikle dakiklik, çocuk büyütmek ve sıra beklemek konularında çok isabetli tespitleri var. 

8 Ocak 2014 Çarşamba

Türk Hastaya Vietnam Usulü Çorba ...

1 aydır hastalıktan sürünüyorum. Ama ben herkes gibi H3N2 grip değilim. Olsam paşa paşa hastaneye gidip serumumu yiyip havamı alacağım. Benimki bildiğin adi nezle. Ama öyle bir nezle ki kafam sanki 50 kilo. Kafa ağır olunca haliyle onu taşıyamayan vücut da kırılıyor. 


Sonra nezle zamanla faranjite dönüşüyor. Her nefes alışta yüz kere öksürüyorum. Sterimar’ları , Tantum Verde’leri artık maşrapayla içip Aksef’i kürekle yutuyorum. Tam faranjitin vahşiliği geçiyor derken, evdeki sümüklü cüce Cimcime salyalarıyla yeni kaptığı hastalığını bana satıyor. Hooop haydi baştan. 

Öyle ki her sene dört gözle beklediğim yılbaşını bile gözüm görmedi, yeni yıl ruhu öksürükten fırsat bulup içime giremedi. Her zaman 1 ay önce bitirdiğim hediye alışverişinde ilk defa bu kadar geç kaldım. O son günlerde koşturmaktan daha da beter hasta olup yılbaşı gecesi tavuk gibi erkenden uyudum. Sonraki 4 gün de yataktan çıkamadım. İçtiğim ilaçlar yüzünden evin kedisinden bile daha fazla uyudum. 

Hastayken insanın canı pek yemek yapmak istemiyor. Cimcime bile son hafta hazırda ne varsa onunla idare etti. Allahtan köfte yapıp buzluğa atmışım. Kazanla da makarna yapınca Cimcime için yemek sorunu kalmıyor zaten. Nasıl olsa köfte ve makarna dışında hiç bir şey yemiyor.  

Artık buzluk o derece boşalmış ki haşlama yapmak niyetiyle alıp da unuttuğum taa arkalarda saklı kalmış kemkli et ortaya çıktı. Heyoo çorba yapacak bir şey buldum diye sevinip kolları sıvadım. Bu arada hastayım ya içimden şöyle bol baharatlı acılı bir şeyler geçiriyorum. Sanki Vietnam’dan yeni gelmişim gibi “bari çakma Pho çorbası yapayım” dedim. Bildiğin şehriyeli et suyu çorbaya bir sürü baharat ekleyince Ho Chi Minh’in bağrından kopup gelmiş Pho Çorbası oluyor. Vietnam’da içmiştim (özet ben Vietnam gördüm) ama beğenmemiştim çünkü oradayken tüm yemekler kötü geliyordu bana. İnsan her yemeğe bakarken acaba bunda böcek var mı diye düşünmeden edemiyor oralarda. Dünyanın daha doğu köşelerinde seyyar satıcılardan filan yemek yiyebilen batılı turistlere hep hayret etmişimdir o yüzden. 


Bizim ev Arifoğlu'ndan farksız, ne ararsan var. Yaklaşık 3 litre kadar suya kemikli etleri, 1 büyük soğanı, 2-3 parça taze zencefili, 1 avuç yıldız anasonu, büyük büyük doğranmış turp ve havucu, 6-7 tane karanfili, 2-3 çubuk tarçını, tuzu, tane ve çekilmiş karabiberi ekleyip düdüklüde 2 saat kaynattım. Öyle ki arada uyumuşum ve etler kemiklerden kendiliğinden ayrılmış. Suyu bir süzçeçten süzdüm, kemikleri vahşiler gibi IKEA made et dövme çekiciyle çatır çutur kırıp içinden iliklerini çıkardım suya kattım. Etleri kemiklerden ayırıp küçük küçük didikledim çok az yağ ile teflon tavada azıcık kavurdum. 1 büyük soğanı (varsa taze soğan), 2 küçük kırmızı acı biberi jülyen doğradım, bir kenara ayırdım. Çorbanın orjinalinde pirinç eriştesi kullanılır, evde yoktu (Vietnamlı değiliz sonuçta) bildiğin ince anadolu eriştesini aldente haşladım. Sarmısağı havanda dövdüm (eziciden geçirince püre gibi olmuyor o yüzden az tuzla dövdüm), tabasco ve soya sosu ile karıştırıp acı bir sos yaptım. 




Derin bir çorba kasesi aldım. Önce yağsız haşlanmış erişteleri koydum, üzerine kavrulan etleri ve 2 kepçe baharatlı et suyunu ekledim, soğan ve biberleri üzerine serptim, 1-2 tatlı kaşığı acı sos gezdirdim. Taze kişniş ve fesleğeni (saksıda yetiştirdiğim için her dem taze ot bulabiliyorum, size de tavsiye ederim) ince ince doğradım çorbamın üzerini süsledim. Bol baharatlı, acılı ve sıcak olduğu için burnumu çeke çeke yedim. Sonra yine uyumuşum. 

Çorbadaki baharatlar öksürüğüme iyi geldi, hatta burnum da biraz açıldı. Ama ben uyurken bazı çorba canavarları çorbamı bitirmişti. Failler tencereyi hemen yıkayıp "ne çorbası, sen rüyanda görmüşsündür" dediler ama pek tatmin olmadım. Yoksa gerçekten rüyamda mı gördüm?

Not : Pho çorbasının orjinalinde pirinç eriştesi kullanılıyor. Ayrıca suyuna da balık sosu ekleniyor ama ben et-balık karıştırmayı sevmediğim için eklemedim. illa orjinalini yapmak isterseniz bilin yani. 

6 Ocak 2014 Pazartesi

Tarçın ...

Türkiye’de tarçın çok sık ve bol miktarda kullanılan bir baharat fakat 2006 yılında Almanya Devlet Risk Değerlendirme Enstitüsü tarçın konusunda uyarıda bulunmuş




Tarçın kumarin adlı doğal bir aroma maddesi içeriyormuş. Kumarin yaygın satılan Cassia grubu tarçınların içinde çok, nadir satılan Seylon grubu tarçınların içinde az miktarda bulunuyormuş. Enstitüsünün hayvanlar üzere yaptığı deneylerde yüksek oranda kumarinin tümör oluşumuna neden olduğu saptanmış. Kumarinin az miktarı bile karaciğere zarar veriyormuş fakat hasar kalıcı değilmiş. Karaciğer genelde birkaç hafta sonra iyileşiyormuş.

Enstitünün gıdalarda zararsız olarak gördüğü miktar kişinin vücut ağırlığının kilogramı başına 0,1mg kumarinmiş. Açık kullanılan tarçın tozunun içerdiği kumarin miktarı değişken olduğu için çocuklarda günde 0,5gr tarçından fazla kullanılmaması tavsiye ediliyor.

Gıda dışında kozmetik ürünlerde de, özellikle vücut yağları ve kremlerinde yaygın olarak kumarin kullanılıyormuş. Ödemlere karşı bazı ilaçlar da kumarin içeriyormuş. Bunun yanı sıra kumarin, tonka fasulyesi, kayısı, çilek, kiraz, lavanta, akasya gibi birçok bitkinin meyve, gövde, kabuk, dal ve yapraklarında ve yeşil çayda bulunuyormuş. 

Anlaşılan gündelik kumarin kullanımında tarçın ve tarçın içeren gıdalar sadece küçük bir rol oynuyor. Diğer ürünler de hesaba katıldığında enstitünün bahsettiği üst limite çok kolay ulaşılabiliyor. Bu tarz karışık hesapları sağlıklı olarak yapmak çok zor olduğu için Cimcime’ye tarçın vermemek en iyisi. Bu durumu öğrendiğimden beri kurabiye ve keklere, sütlü tatlılara tarçın koymaktan vazgeçtim. Ben şekeri azaltmak için son zamanlarda çok bol tarçın kullanır olmuştum. Artık sevsek bile mümkün mertebe azaltma yoluna gideceğiz.